Her yıl şubat ayı gelince içim daralıyor. Sebepsiz hüzünlenir, hiçbir neşeyi yüreğimde tam manasıyla yaşayamıyorum. İçimde ukde oluşturmuş haksızlık, adaletsizlik ve ayrımcılıkların verdiği acıyı yeterince dillendirememekten dolayı lâl kesiliyorum. Aslında sebepsiz değildir iç sıkıntılarım, biliyorum. Merak edenlerin karşısına bir heyula gibi dikilen tüm dünyaya yetecek sebeplerim var. Ama kime nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Hem anlatsam beni dinleyecek çıkar mıydı?
İnançlı insanlara saldırıların pervasızca yapıldığı, hiçbir suç ve günahları olmadığı halde suç isnat etmek için senaryoların kurgulandığı ve sahnelendiği demlerden geçtim. Her defasında bu son yazım olsa diye umutlanıyorum… Ama olmuyor. Bu yıl da yine iş başa düştü, meramımı dillendirmek, henüz canlılık taşıyan vicdanlara seslenmem lazımmış. Geçen yirmi beş yılda defaatle yazdığım birçok yazının yanına bunu da eklemem gerekiyormuş.
Nice yıllar boyunca bahar yüzü görmedim. Kurgulanan çağdaş yaşamda bana hayat hakkı tanınmıyordu. Görünüşüm, giyim tarzım modernistleri memnun edecek kriterleri taşımıyordu. Bu yüzden vurun abalıya demleriydi… Modern hayatın inancı yok sayan yaşam tarzının dayatıldığı, insanlarımızı tek tipleştirilmeye çalışıldığı o günler “Din ve vicdan özgürlüğüne sahip hukuk devletiyiz” gibi afili beyanatların da bolca verildiği günlerdi. Bu meşum günlerde meğerse adı konulmamış bir suçu işliyormuşum! Yahudice, Hristiyan’ca, ateistçe, Budist’çe değil Müslümanca inanıyordum! Bir yerlerde bir yanlışlık vardı ama nerede? Ya ben anayasada tanımlanan din ve vicdan özgürlüğü ibaresini yanlış anlıyordum, ya da anayasaya koyulan bu madde benim inancım söz konusu olduğunda işletilmiyor, yok sayılıyordu! Bu yüzden mesleğimi yapmada engeller çıkartılıyordu. Rahat yüzü verilmiyor soruşturmalarla canımdan bezdiriliyordum. Meslektaşlarımla aynı emeği vererek bulunduğum yere gelmiştim. Ama onlar el üstünde tutulurken ben dışlanıyordum. Yaptıklarım görülmüyor, emeklerim bir kalemde silinebiliyordu.
Vicdanların üzerine kalın örtülerin geçirildiği demlere, yalnız bırakıldığımız ızdırap dolu günlere gidiyorum. Devlet makamlarını işgal edenler laik, modernist, ateist, her kesimden Müslüman düşmanıyla çevrelendiğimiz günleri hatırlıyorum. Unutulacak gibi değil çünkü. Alaylı bakışlarla beni insandan saymayan bakışlar, kendimi sürgünde bir siyahi gibi hissettiriyordu… Öğretmen olduğumu sonradan öğrenen insanların şoka uğrayarak çarpılmış yüzleri “Nasıl yani sen okuyabilmiş, bir meslek sahibi olabilmiş misin ha?” diye akıl yetilerimle, yetenek ve kabiliyetlerimle dalga geçen insanlar… “Bir de örtüyü takmasan senden aydın kimse olamaz!” diyerek överken yere gömenler… Tüm zulüm çeşitlemelerinin kat be kat üzerime boca edildiği günlerde yüreğimin kan ağladığını, dışlanmışlık hissiyle koca dünyada yapayalnız kaldığımı anladığım o günler çok zor günlerdi. Dıştan görünen ise, soğukkanlı bir teslimiyetle yapılanları sineye çekiyor olmamdı. Kimse bilmezdi bu zulümden dolayı gizliden gizliye ağlayıp, şikayetimi sadece Rabbime yaptığımı.
Yapılan tüm incitici yorumlar, tanımlamalar, işaret göstermelerle dengemin kaybolması gerekirken, direngenlikle sapa sağlam ayaktaydım. Bana, inancıma saldıranlar neden psikolojik olarak yıkılmadığımın analizini yapabilselerdi belki en başından utanırlardı kendilerinden. Belki bu direngenlik onlarda bir çeşit utanmazlık arlanmazlık gibi de geliyor olabilirdi. Nitekim durmadan bana evini yolunu gösteriyorlardı. “Başını örteceksen çağdaş eğitim kurumlarında ne işin var? Evine git, yemek pişir, çocuk büyüt, hizmet et.” Diyorlardı. Tüm sorumluluklarımı bihakkın yapmanın yanı sıra fikir üretebileceğimi, nesil yetiştirebileceğimi yasakçılar bilmiyorlar mıydı? Benden bile iyi bildiklerine bahse girerim.
Tüm süreç boyunca kimseye bir zararım olmadı. Kimsenin malına mülküne göz koymadım, namusuna bir laf etmedim. Beddua bile etmiyordum. “Allah’ım ıslah et onları” diyordum. Islah olur, yanlışlarından dönerlerse toplum felaha erer diye düşünüyordum. Maalesef ceza üstüne ceza görmekten kurtulamadığım gibi mesleğimden ihraç etmelerine ve haklarımı elimden almalarına da engel olamadım. Savunmasızdım, yardım eden hiç kimse yoktu. Koca dünyada yapayalnız bırakılmıştım. Yerin altının üstünden hayırlı olduğunu sık sık düşünüyordum. Ama direniyordum, yani sabrediyordum. İnsan için en vazgeçilmez olan insani haklarımı korumaya devam ediyordum. Yine de elim boş kalakaldım yıllarca.
Bekledim, sabrettim ve umut ettim. Yücelerden bir makama bağlı olmamın metanetiyle ayaktaydım. Farkındalığım vardı. İnancım sayesinde onurumu, kimliğimi, aidiyetimi koruyordum. İmanı nasip eden Rabbim katında değerli olduğumu hissediyordum. Zulmün son bulacağı günlerin geleceğine hâlâ inanmak istiyordum. Sonra suçumdan dolayı beni ve benim gibi kadınların affedildiğiyle ilgili kanun çıkarıldı. Suçluyduk hâlâ nazarlarda. Devlet lütfetmiş ve affedilmiştik. Bu yüzden geriye dönük hiçbir maddi manevi hakkımızı alamadık. Sadece mesleğe dönmeye razı olmamız istendi. Gün olur devran döner hak yerini bulur diye bekledik. Ama o günler bizim için gelmedi. Baktık ki Fetö davasından dönenler fazlasıyla haklarını alıyorlar. 60 darbesiyle mağdur edilenlere hakları kendilerine olmasa bile mirasçılarına verildi. Zamanında kim suçlanmışsa haklılıkları kabul edilince haklarını aldılar. Bir tek biz 28 Şubat mağdurları haklarımızı alamadık. Aradan geçen yirmi beş yıl “Suçlu değildik ki affedilelim. Suç isnat edilerek hukuksuzca atıldık. Madem mesleğe döndürüldük o halde suçsuzluğumuz teslim edilsin, tüm haklarımız tahakkuk ettirilsin.” anlamında hak mücadelesiyle geçti.
Gönül isterdi ki her hak sahibine nasıl hakkı veriliyorsa bana ve benim gibi 28 Şubat darbesiyle mağdur edilenlere de hakları verilsin. Suçsuzluğumuzun ispatı, iade-i itibarımızın teslimi, maddi ve manevi haklarımızın verilmesini talep etmek hakkımızdır. Gerekirse yeniden yargılama yolu açılsın. Değilse, olmuyorsa benim mücadelem Rabbimin emri üzere kalmak ve zulüm ne çeşit olursa olsun, zalim kim olursa olsun karşısında olmak ve zulme rıza göstermemek adına çabalamak. Sonucunda elime hiçbir şey geçmese de Rabbimin huzuruna çıktığımda bu çabamı sunacağım için başka çarem yok. Biliyorum ki beni gören, duyan ve her arz-ı halimi kayda değer bulan biri var… O’na sunuyorum işte bir ömürlük hak mücadelesini.
YORUMLAR