Hem kadın hem anne olan insanlığın yarısına vefa babından…
Kadın, tarih boyunca seçme hakkının olmadığı hayatın işlevselliği içinde kendisine erkekler tarafından hangi roller uygun görülmüşse onları yapmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Buna dayanak olarak da geçmişteki ataların kabulleri ile dini açıdan bilginlerin zamana göre yaptıkları yorumlara dayanırlar. Kadın gelenek içinde ikinci sınıf bir varlıktır. Ama bunu kabullenmişse sorun çıkmadan hayatını yaşayabilir. Geleneksel açıdan bakıldığında kadın sorunu erkeğe tabi olduktan ve sesini çıkarmadıktan sonra asla yoktur, olmamıştır. Çıkan sorunlar da hasıraltı edilmiş ve gözlerden saklanmıştır. Gelenekte kadının mevcudiyetinin yegâne amacı, tabi olduğu erkeğe hizmet ve o erkeğin memnuniyetidir. Bu erkek babası, kocası, oğlu veya kardeşi olabilir. Kadın, ancak bu görevleri zorsunmadan, şikâyet etmeden yapmışsa bir değer görebilir.
Ne yazık ki kadının insanlığın öteki yarısı olarak görülmemesi hep baskılanan, hakları görmezden gelinen, zulümlere reva görülen edilgen bir yaratık olarak görülmesi geleneğin bu çarpık bakış açısıdır. Tarih boyunca çok tanrılı toplumlarda kadın yüzyıllar boyunca sömürüldü, kullanıldı, yok sayıldı ve sayısız hizmete koşması sağlandı. Yine de erkeği memnun edemedi. İnsanlığı doğuran, yetiştiren, büyüten kadının emeği yok sayıldı. Sanki erkekler kendi kendilerine bitki gibi yetişiyorlarmış gibi… Kadının doğurduğu erkek, biraz vicdandan nasibini almışsa, annesine “anne” olarak biraz olsun hürmet göstermiş olabilir. Bu da maalesef nadirattandır.
İslamiyet’in doğduğu yarımadada da dünyanın her tarafındaki uygulamalar geçerliydi. Kadının hiçbir değerinin olmadığı gibi sayısız evliliklerle baskılanıp sömürülüyordu. Allah’ın son mesajı Kur’an’ın gelmesi ve Kutlu Resulün uygulamalarıyla cahiliye toplumu dediğimiz ortamda tam anlamıyla bir devrim yapılmış, geleneksel putperest kabuller yerle bir edilmiş ve kadın Allah’ın değerli bir kulu olarak gündeme getirilmiştir. Cahiliyeden çıkan yeni Müslüman olmuş zihinlerde nasıl bir köklü değişiklik yapıldığı, İslam tarihi, Resulullah’ın pak sireti ve sünneti yeterince incelendiğinde açık beyan görülebilmektedir.
Ne yazık ki gelenek ve din adına yürütülen kadın algısı, insanın zalim olma özelliği nedeniyle hep manipüle edildi. Kadının bedeni acizliğini kendi nefsani çıkarlarına kullanmakta hiçbir beis görmedi erkekler.
Kadını varla yok arasında sayan bu anlayışın kökleşmesinde Resul (as) adına uydurulmuş hadislerin varlığı etkili olmuştur ne yazık ki. Bahse konu olan “Eğer Allah’tan başka birisine daha secde edilseydi bu kadının kocasına secdesidir.” mealindeki hadis, buram buram iftira kokmaktadır. Resulün kendi hanımlarına karşı böyle bir dayatması veya isteği olmadığı gibi, söylediğine dair de bir kanıt yoktur siyer kaynaklarında. Resule iftira edildiği ise görmezden gelinmektedir. Erkeğe itaat meselesi ise tabii rayından çıkmış Allah’tan sonra ilah makamına oturtulmuştur. Ne zaman ki kadın, en az erkek kadar kanının kırmızı aktığını ifade etmeye başlar ve insan olması hasebiyle kendisine adil davranılmasını ister ve talep ederse işte o zaman sorun çıkmış demektir. Sorun artık erkeğin isteklerinin karşılanmaması ve memnuniyetinin amaçlanmamasından kaynaklanmaktadır.
Geleneksel öğretide adı konmamış bir korku vardır. O da kadının varoluşundaki imkânlarının farkına varması ve erkeğin tasallutuna son vermesi korkusudur. Alışmış kudurmuştan beterdir atasözüyle anlatılan bir yönüyle erkeğin bu alışkanlıklarıydı. Adaletten yoksun da olsa, kadını aşağılasa da erkeğin menfaatine dokunmayıp aksine, lehine işlev gördüğünden bu yapı böyle kalmalıydı. Bu yüzden olsa gerek erkekler her zaman kendini yetiştirmiş, bilinçli, hayatta kendini özgür iradesiyle konumlandırabilmiş akıllı kadınlardan hoşlanmazlar.
Öte yandan kadın, ruhi, manevi ve zihinsel açıdan erkeğe nazaran daha donanımlıydı. Yüzyılların acılarına, ezilmişliğine, aşağılanmasına rağmen tüm bunlara insanlık namına katlanabilmiş ve hâlâ varlığını (erkeği de yaşatarak) sürdürüyor olması da bunun en büyük kanıtı. Erkek de bir yerde üretkendi ama kadın olmayınca onun üretkenliği bir şey ifade etmiyordu. Resulullah’ın vefatı sonrasında Müslüman toplumun da hızla cahiliye algısına geri dönmeleri ve önce kadınları camiye gitmekten men ederek toplumdaki fitnenin kaynağı olarak göstermeleri sonra miras hakkı olmak üzere Allah’ın verdiği tüm hakları uygulamadan kaldırmaları izledi.
Tüm bunlar yapılırken Allah çarpsındı ki toplumun ve kadının hayrı için yapılıyor, böylece kadın erkeklerin koruması altına girmiş oluyordu. Bu nasıl bir korumaydı ki kadını yok sayıyor, değer verdirmiyor ama onun adına her tür karar alınabiliyordu. Kadın akıldan, iradeden mahrum bir yaratık mesabesine indirildi. Bilgi ise sadece erkeklere ait bir alana hasredildi. Kadın kutsal kitabı öğrense de erkek açıklamadıkça bir şey anlamazdı nasıl olsa diyerek kadının, öğrenme hakkı da görmezden gelindi. Kadının itaatkârlığına halel getirmeyecek kadar bilgi yeterdi. Bunu da zaten erkeğin tasallutunu kabullenme ve öğrenilmiş çaresizlik içindeki annelerinden geleneksel terbiyeyi alarak öğreneceklerdi. Geleneğin ve şirk toplumlarının incittiği bir kadın var ortada. Bu geleneksel anlayışta kadının saçı uzun aklı kısaydı. İnsanlığı yarımdı. Çünkü erkeğin yaptığı ibadetlerin yarısını yapmış olduğundan mükâfatı da yarımdı. Ne yapsa yaranamıyor, tamamlanamıyordu.
Modern zamanlara geldiğimizde ise kadın, üzerine dayatılan tüm zulümlere karşı çıkayım derken baskılar daha bir katmerlenmiştir. Özellikle Batı’da aile kurumunun tarumar edilmesi, bir yandan feminizm gibi insanlığın diğer yarısı olan erkeğe karşı derin bir nefreti örgütleyen düşünceler, sekülerizmin modern ve kilise karşıtı düşünceleri kadınları daha edilgen, kırılgan ve sömürülmeye müsait hale getirmiştir. Kadın, modernleştikçe özgürleştiğini sanmış, ailesini, çocuklarını terk edip tek başına yaşayabileceğinin hayaline daldırılmıştır. Bu durum çok çeşitli sapıklıklara kadar gidebilmiştir. Şimdi Batının sonunu getiren bu miadını doldurmuş ifsat edici düşünceler, İslam dünyasına transfer edilmeye çalışılıyor.
Dine dayandığı iddiasındaki İslam dünyasında ise kadın, İslam dini tarafından değil ama dini yanlış yorumlayan müslümanlar tarafından aşağılanmıştı. Belki yüzyıllar boyunca Müslümanların çoğunluğunda da İslami anlayıştan ziyade Arap, Türk, Kürt, İran geleneğinin etkisiyle şekillenen bir algı geliştirildi. İslam’ın bir çok emriyle uyuşmayan bu gelenekler maalesef bir de kutsallaştırıldı, dini bir mahiyet de kazandırıldı.
Kur’an’da kadın ve erkek cinsi olarak birinin üstün diğerinin alçak olduğunu ifade eden hiçbir ayet yoktu aslında. Kadın ve erkek, bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini tamamlayan insanlığın vazgeçilmez parçalarıydı. İbadetler konusunda olduğu kadar mükâfatlar da aynıydı. Kadına haram olan her şey erkeğe de haramdı, cinsiyet ayrımı yoktu. Üstünlüğün takva ile olduğu ayetlerde açıkça beyan ediliyordu. Dünyadaki imtihan hayatının gereği bir araya gelip evlenilmişse görev paylaşımı vardı. Görevler paylaşılırken de fıtrata uygunluk esastı. Fıtrata uygun paylaşımlar gönül hoşluğuyla kabul edilmiş ve yaşanmıştı. Allah katında cinsiyet değil samimi iman ve salih amel öncelikliydi.
Bilinçli kesim dediğim yeni bir topluluk ortaya çıkmıştı üniversite demlerinde ben de kendimi bu bilinçli kesim içinde konumlandırmıştım. İslam’a bilinçli bir şekilde girdiğim ve iman ederek Rabbimin kulu olduğumda, o güne kadar modernite adına, aldığımız laik eğitimin dayatma ve kabulleriyle din adına geleneksel anlayışta neyi şiddetle reddetmişsem, reddettiğimin aslında cahiliyenin bakış açısı olduğunu, bilgilenip şuurlandıkça anlamıştım. Dinimin cahili olmaktan çıkıp bilinçlenip Kur’an’ı anlayarak okumaya başladıktan sonra, Rabbimin ayetleri beni ikna etmiş, değer vermiş ve Allah’a kul olma makamına yükseltmişti. Benim o güne kadar karşı çıktığım ise erkeğe kul olma makamını reddetmemdi.
Bütün bu Kur ’ani hakikatlere ulaştıktan sonra Allah’ın kadını ikinci sınıf varlık olarak değil, insanlığın öteki yarısı olarak diğer ötekisiyle aynı kabul ettiğini anlamış ve buna iman etmiştim. Gelenekteki kadını küçümseyen, horlayan, yok sayan tüm unsurlara karşı tavır geliştirirken de Kur’an’a dayanarak yapmıştım. Böyle olunca bu kez geleneğin yanı sıra modern hayatın dayattıklarına da karşı gelmiş oluyordum. Yani Kur’an’a iman ile başlayan kadın algısı ne gelenekle ne de moderniteyle uyuşuyordu. Müslümanlar bu imkânlarını kullanmak ve yepyeni bir anlayışla kadını olması gereken yerde konumlandırabilirler.
Her şeyden önce kadının insan olduğu kabul edilmeliydi. Kadına yasak olan erkeğe de yasak olmalıydı. İnsanlık çifte standardı kabul etmiyordu fakat erkek nesli bu çifte standartı kendi lehine hep elinde tutmak istemişti. Bu yanlışlardan artık vazgeçmek ve insanlığın kadınıyla erkeğiyle el ele verip, insanlığı yeniden inşa etmesi gerekmektedir. Bu anlamda insanlığın umudu yine denge ümmet olan Müslümanlardadır. Çünkü son ilahi kelamın taşıyıcısı olan Müslümanların bu anlamda doğru ve adilane bir anlayış oluşturabilme kapasitesi hâlâ mevcuttur. Kur ‘ani bir eğitimle hem kadın hem de erkeklerde doğru bir algı oluşturulabilir. Yaşamak ve uygulamak ise Müslümanların imani duyarlılığına kalmaktadır.
YORUMLAR