BİR TRAVMAYDI GELDİ, GEÇTİ Mİ?
O günleri anımsamak yüreğimde tarifsiz acıların depreşmesine sebep oluyor. Nefesim kesiliyor, dilim lâl oluyor sanki. Sesimi kimseciklerin duymadığı, boğazıma düğümlenen kelimelerimle kendimi anlatmaya çabalasam da avazımın kısıldığı, adı konulmamış bir savaşın kurbanlarından biriydim. Verdiğim emekler görülmüyor, derin bir ayrımcılığın kıskacında debelendikçe kaybediyordum. İnancımın gereğini yapıyor olmam suç kabul edilmişti bir kere. Tavizsiz bir baskının, inancıma duyulan düşmanlığın keskin ve yok sayan adaletsiz, hoşgörüsüz ve insanlık değerleriyle taban tabana zıt uygulamaları canımı çok yaktı. Değersiz görülmenin, dışlanmanın, küçümsenmenin kanatıcı acısı bazen görünmez olduğumu, varlığımın yoklukla eş değermiş gibi hissettirirdi.
Birileri bizi medeniyetin, çağdaşlığın zıddıymışız gibi algılıyordu. Yaşamamız bile yüktü topluma. Dini değerlerimiz topa tutuluyor, çağ dışı ilan ediliyordu. Bir rahibenin başörtüsü gericilik olarak görülmüyordu ama benim başörtüm gericiydi, yobazdı, en iğrenç tanımlamalar benim ve benim gibilere reva görülüyordu. İnsan olduğumuzu, bir canımız olduğu ve yaftalamalar ve dışlanmışlıklardan dolayı canımızın yandığını, ruhumuzun kanatıldığını kimse düşünmek istemiyordu. Sanki akıl ve irade denen ilahi donanımlar, düşünce yetimiz yokmuş, eksik kalmışız gibi adımıza kararlar alınıyor, çağdaşlık, laiklik gibi modern kriterler dayatılıyor, bir nesne gibi yerden yere vurulup atılıyorduk. Habis bir ur gibi görülüyorduk.
Oysa ki bu zulmü reva gören zihniyetten akıl sahibi namına aşağı kalır yanımız yoktu. Düşünebiliyorduk mesela. Çağı okuyabiliyorduk, düşüncelerimizi ifade etmede bir eksiğimiz yoktu. Nesiller yetiştirmeye azmetmiştik. Başarılıydık da hem çok… Birilerinin gözünü korkutacak kadar önemli başarılara da imza atıyorduk. Doktor olabiliyorduk, avukat, hemşire, öğretmen, memur… Toplumun her alanındaydık, özveriyle çalışıyorduk. İnancımızın gereği olan güzel ahlakın gereğini de hakkıyla yaşamaya çalışıyorduk. Dürüsttük, dosdoğruyduk. Kimsenin hakkına göz koymuyorduk. Çalıp çırpmıyorduk. Haram bilip inandığımız hiçbir şeyi yapmıyorduk. Modern kriterlerin yozlaştırıcı, insanlık değerlerine savaş açtığı dönemlerdi ve bizler bir ab-ı hayat gibi umut bahşediyorduk. İşte topluma düşman mihraklar bu umudu boğmak, hiç olmazsa etkinliğini ve görünürlüğünü baskıyla ortadan kaldırmak istediler. Böylece köle zihniyetli nesiller yetiştirebileceklerdi. Aklını kullanmaktan, iradesini konuşturmaktan aciz kalabalıklar onların güdümünden çıkamayacaklardı. Devasa bir kontrol sitemi oluşturmak ve bu sistemde kımıldayamaz şekilde kıskıvrak tuttukları insanlara vaziyet etmek istiyorlardı.
Düşünen, sorgulayan, fikir ortaya koyabilenlerdik. Özgür ruhlardık, çünkü ilahi değerlerle yol almaya niyetlenmiş, iman etmiştik… Bu yüzden korkuyorlardı, düşünen ve sorgulayanlardan olduğumuz için. Yoksa bir metrelik bez parçası değildi onları korkutan.
İşte o günlerden kalan bir anım. Bana o acıları yaşatan müfettişlerin hiçbirinin adlarını hatırlamıyorum. Belgelerde adları var. Ama hatırlamak istemiyorum. Dilimin ucuna kadar gelen acı sözlerle kendimi güçsüzleştirmek istemediğim için. Hani bir söz vardır. Birilerinin size ne yaptığını veya ne söylediğini unutabilirsiniz ama nasıl hissettirdiğini asla!
3. sınıf okuttuğum bir dönemdi. Şehrin varoşları dediğimiz bir bölgedeydim. Okul büyük ve sorunluydu. Buna rağmen öğrencilerim ve velilerimle oldukça iyi anlaşıyordum. Beni kabul ettiklerini kendilerinden biri olarak gördüklerini biliyordum. 1. Sınıftan alıp yetiştirdiğim için de oldukça başarılı bir sınıftı. Ders anlatıyordum. Hayat Bilgisi konularını anlatıp öğrencilerimi de derste konuşmalarını sağlıyordum. Derse odaklandığımız bir an, içeriye üç kişilik müfettiş grubu daldı. Kapıyı çalmışlar mıydı? Hatırlamıyorum hâlâ. Öğrencilerin yüzlerinde bile ani bir korku ve irkilişin ifadesi vardı. Bazıları ağlamaklı bir şekilde bana bakıyorlardı. Korkmuşlardı. Ama ben onlardan daha fazla ürkmüştüm. İçim titremiş, bacaklarım beni taşıyamaz olmuştu. Daha bir önceki hafta okuldaydılar ve savunmamı almışlardı. Şimdi neden gelmişlerdi? Herhalde kolumdan tutup sınıftan çıkaracaklar sonra da okuldan atacaklardı. Resmi prosedürün öngördüğü süreç bile onları durdurmuyordu. Bizleri ekmeğimizden etmek için sabırsızlanıyorlardı.
Yine de heyecanımı belli etmemeye çabalayarak öğrencilerime “Çocuklar misafirlerimiz var. Nasıl karşılıyoruz misafirlerimizi?” dedim. Sınıf hep birlikte ayağa kalktı ve “Hoş geldiniz!” diye hep birlikte müfettişleri selamladılar. Grup liderine masayı gösterdim. Oturdu. Diğer ikisi arkalardaki sıralara oturdular. Masadaki müfettiş derse devam etmemi söyledi. Ben de o moral bozukluğuna ve dersin koptuğu o anı nasıl tekrar yakalayabileceğimi kara kara zihnimden geçirirken, öğrencilerimle kaldığımız yerden devam etmeye çabaladım. Bir şeyler parçalanmıştı sanki kırılan bir bardak gibi. Ama onlar mükemmel bir şekilde onarmamı istiyorlardı.
Dersin Hayat Bilgisi olması işimi kolaylaştırdı belki. Kaldığımız yerden devam ettim. Öğrencilere konuyu anlamaları için soru sordum. Hemen her soruda cevaplamak için parmaklar yukardaydı. Verdikleri cevaplar akıllıca ve dersin kazanımlarına göreydi. Dikkatleri, derse ilgileri de görülmeye değerdi. Sonra müfettiş kendisi masadan kalkıp bazı sorular sordu. Şimdi hatırlamıyorum sorularını ama öğrenciler cevap vermek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Böyle birkaç sorudan sonra bana dönüp şöyle dedi;” Tebrik ederim Hoca Hanım, öğrencilerin kendilerine güvenleri yüksek. Galiba dersi de çok seviyorlar.” “Evet, dersi seviyorlar” dedim, biraz tutuk bir şekilde. Bir matematik sorusu da yazdı tahtaya. Sanırım üç basamaklı bir sayının bir basamaklı sayıya bölünmesi ile çarpma işlemiydi. Diyorum ya bazı şeyleri unutmaya çalışmış olmamdan dolayı net hatırlayamıyorum. Fakat soruyu çözmeleri için öğrencilere dönüp “Haydi bakalım siz bu soruları çözün, defterinize yazın.” Dedi bana dönüp “Biz biraz konuşalım Hoca Hanım” deyip dışarı çıktı. Diğerleri de çıkınca ben de onları izledim. Bir önceki hafta gelen grup olmadıklarını fark etmiştim bu arada.
Yüzlerinden düşen bin parçaydı. Ben herhalde dersin işleyişi ve benim performansımı eleştirecekler diye bekliyorum. Huzursuzdum ve hakaretlerini bekliyordum. Çünkü önceki hafta gelenler bana “Böyle giyinerek öğrencilerinize iyi örnek olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Onlara modern değerleri böyle benimsetemezsiniz! Siz kendiniz daha karanlıktan bilimin aydınlığına çıkmamışsınız!” gibisinden sözler söylemişlerdi. Ben her ne kadar “Bu benim inancım. İnancımın gereğini yapıyorum. Mesleğimi yapmama hiçbir engel teşkil etmiyor.” Demişsem de onlar için kılık- kıyafetim her şeyi açıklıyordu. Peşinen onların gözünde gerici, yobaz, bilgisiz, beceriksiz ve faydasız biriydim.
Ben başım önümde koridorda ne diyeceklerini bekliyordum. Bana yeniden savunma yazmamı söylediler. “Bu kez makul şekilde yazın ki devam edebilesiniz. “Ne demek istediklerini rötarlı olarak anladım. Başka arkadaşların savunmalarını yazarken yazdıkları ibareleri yazmamı istiyorlardı. Böylece sanki bana mesleğimi bağışlıyorlarmış gibi davranıyorlardı. Arkadaşlarım savunmalarını yazarken farklı bir yol takip etmeyi seçmiş ve “Bundan böyle kanun ve yönetmeliklere aykırı bir şekilde davranmayacaklarını ve sınıfta başlarını açacakları” sözünü verdikleri cümleler yazmışlardı. Benden de bunu bekliyorlardı. Bu beni daha çok yaralamıştı. İnancımı, değerlerimi bir tarafa bırakıp emir demiri kesiyor misali boyun eğmemi istiyorlardı. Bu kendimi yok saymaktı. Kendimle çelişmekti. Bunca azar, baskı ve dayatmadan sonra bir de ben kendimi yok sayamazdım. Onlara “Yazdığım savunmadan farklı bir şey yazmayacağım” dedim. “Hoca Hanım öğrencilerinizin size ihtiyacı olduğunu düşünüyorsanız onlar için bu kadarcık fedakârlık yapamaz mısınız?” diye farklı şekillerde de ikna etmeye çalıştılar. “Hayır. Ben tek parça halinde kalmadıktan sonra öğrencilerime nasıl faydalı olabilirim? Önce benim ruhen, fikren bütün olmam gerekir.” Dedim. Hemen Müdürün odasına geçtik ve aşağıya olduğu gibi alacağım savunmamı yazdım.
“……………….sayılı yazınız ile savunmam istendi. Her şeyden önce kanunlar ve uluslararası yasalar, yönetmeliklerle ilga edilemez. Kanun ve yasalarda korunma altına alınan inancımın gereği olan başörtüsünü takıyor olamam, bu açıdan suç teşkil etmez. Bir grup karşıt düşünceli insanın “Başörtüsü anayasal ve demokratik hak değildir!” hezeyanları, sahip olduğum hakları ortadan kaldırmaz. Onların inanmama hakkı varsa, benim de inanma hakkım vardır.
Nasıl düşünüp nasıl giyineceğini bilen, herhangi bir düşünce veya ideolojiyi (Kapitalizm, Sosyalizm, Hümanizm) seçme hakkına sahip bir birey olarak, gelenek ve göreneklerimizde de yaygın kabul gören başörtüsünü takıyorum. Kaldı ki; dini inanç bir ideoloji de değildir. Halkımızın ezici çoğunluğunun inancıdır, yaşama tarzıdır. Bu açıdan suç işlediğimi kabul etmiyorum.
Bu hakkımı gerek Anayasamızda gerek uluslararası sözleşmelerde kabul edilen yasalarla, gerekse İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki maddelere dayanarak sonuna kadar kullanacağım. Gereğini arz ederim.”
Savunmamı imzaladım ve verdim. Derin bir sessizlik vardı oda da. Herkesin yüzü asıktı. Sanki ben onların yaşam enerjilerini tüketmişim gibi bakıyorlardı. Bu suçlayıcı bakışların beni nasıl yaraladığını hiçbir kelimeyle anlatamam. Öyle değersiz hissettirmişlerdi ki kendimi bir toz gibi görmüştüm. İçimdeki umudun son kırıntıları da yavaş yavaş silinip gidiyordu. Sona gelmiştim demek ki. Sekiz yıllık mücadelem boşa çıkmış artık okuldaki son günlerimi geçiriyordum demek ki.
Sadece bu son gelen grup diğer müfettişlere göre hakaret etmemişti. Kendilerince beni başımı açmaya ikna etmeye çalışmışlardı. Konuşmasalar bile küçümseyici ve anlamamazlıktan gelen bakışları rencide etmeye yetmişti. Yine de bana ve inancıma saldırıydı bu. Savunmamı verdikten sonraki süreçte Yüksek disiplin Kurulundan cezamın kesinleşmesiyle ilgili yazı geldi. Yeni bir savunma isteniyordu. Aşağıdaki savunmayı da Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu Başkanlığına yazdım. Çünkü gelen yazı da başörtülü olup ideolojik amaçlarla kurumun huzur, sükûn ve çalışma düzeninin bozduğum iddia ediliyordu.
İşte o savunmam;
“ …….sayılı yazısı
Bakanlığınızca ilgi tarih ve sayılı yazı ile hakkımda yürütülen soruşturmaya ilişkin savunmamı, soruşturma evraklarını inceledikten sonra yapmak istiyorum.
İddia edildiği gibi “Kılık- Kıyafet Yönetmeliğine uymadığım, görev mahallinde başımın kapalı olduğu iddiasını kabul ediyorum. İnancımın gereği olarak örtünüyorum. Ancak “İdeolojik amaçlarla kurumun huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozduğum” iddiasını kabul etmiyorum. Hangi davranışımdan ötürü böyle bir sonuç çıkarıldığını bilemiyorum.
657 sayılı kanunun 129. Maddesi gereğince soruşturma evraklarımı incelemek, tanık dinletmek, Disiplin Kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendimi savunmak ya da vekilim vasıtasıyla savunma yaptırmak hakkımı kullanmak istiyorum. Gereği için bilgilerinize arz ederim.”
Yüksek Disiplin Kurulunda savunma hakkımı kullanmak ile ilgili verdiğim son yazı buydu. Fakat hiçbir şekilde savunma yapamadım. Çünkü verdikleri süre bir hafta idi ve düşük tehlikesinden dolayı doktor raporuyla belgelediğim gibi hastanede yatış yapıyordum. Bundan dolayı ne savunma yapabildim ne de durumum göz önüne alınarak soruşturmam ertelendi. Oysa resmi olarak belgelediğim için sonraki bir tarihte savunma yapabilirdim. Ancak resmi makamlar raporlarımı göz önüne almamış ve resmi savunma süresinin sonunda soruşturmamı olumsuz olarak sonuçlandırmışlardı. Savunma yapmak, tanık göstermek ya da vekilim aracılığıyla savunma yapma hakkım bu yazıya rağmen görmezden gelindi. Dört ay sonra da meslekten ihraç yazım elime ulaştı.
Bu yüzden o dönemin yasakçılarının bugün çıkıp helallik istemelerini hiç samimi bulmuyorum ve onlara hakkımı da helal edemiyorum. Bizim davamız ancak mahşerde sonuçlanacak. Ahiretteki hesaba inanmayanlar olabilir. Ama ben iman ediyorum ki ahirette, bu dünyada mazlumların ahını alanlar çetin bir hesaptan geçirilecekler. Bu zulüm ve baskılar olmasaydı akademisyen olabilirdim. Öğrenmeyi araştırmayı seven biri olarak toplumuma daha faydalı olabilirdim. Kariyer basamaklarında yükselebilirdim. Ama atıldığım için kariyer basamağı için yapılan sınava bile giremedim. Hayallerimiz çalındı, yaşamımıza kara çalındı, töhmet altında bırakıldık. Sanki çok büyük bir suç, günah işlemişiz gibi beş yıl sonra affedildik ve mesleğe döndük. Bir lütuf bahşetmişler gibi davrandılar. Geriye dönük haklarımızı almakla ilgili her türlü hakkımız elimizden alındı. Hiçbir suçumuz, günahımız yokken sırf inandığımız ve örtündüğümüz için haklarımız elimizden alındı. Ekmeğimizi kazanmamıza mâni olundu. Çocuklarımıza faydalı olabileceğimiz zamanda mesleğimizden edilince nice nesiller heba edildi.
Bugün toplumca geldiğimiz noktada bu zulümlerin büyük ölçüde payı var. İman baskı altına alınca, zamanında inanç, ahlak ve insani ilkelerle yetişmeyen nesiller bugün yıkımımıza sebep olabilir. Zarardan dönülmeye çalışılıyor gibi görünse de geç kalınmış olmasından çok korkuyorum. Bu toplumsal travmanın sonuçları belki bir asır sonra daha iyi analiz edilecektir. Bunu bilemem. Fakat bildiğim şu ki iman edenler için dünya gerçek bir zindan. Ben ise bu zindandan imanımla kurtulmaya çalışan bir kulum. Geçicilik yurdundan ebedilik yurduna geçerken bu imtihanı verdim. Karşılığında mesleğimden oldum, küçümsendim, yok sayıldım, aşağılandım. Toplumun zencisiydim, ikinci sınıf vatandaştım. Buna rağmen sadece Rabbime güvendim, dayandım ve direndim. Mücadelemizi neden dolayı yaptığımızı anlamak istemeyen, bu zulümleri duymak istemeyenler hâlâ çoğunlukta. Haklarımızı tam manasıyla alamadık. İade-i itibarımız da verilmedi. Devleti yıkma teşebbüsleri kesinleşmiş Fetöcüler bile affedilip geri döndürüldüğü halde bize bunu bile çok gördüler, görüyorlar. Maddi ve manevi tazminatlarımızın verilmesi ile ilgili ise hâlâ bir umut yok gibi görünüyor ufukta. Olsun, henüz hiçbir şey bitmedi. Mahşere kadar yolumuz var…
Şükran TAŞDELEN
Tarih öğretmeni
07/02/2022
YORUMLAR