İnsan, nefsî zaafları açısından fazlasıyla tamahkârdır. Açgözlülüğü kendisini galebe çaldığında menfaati için yapmayacağı haksızlık yoktur. Amacına ulaşmak için gayrimeşru tüm yolları mubah görür. Kendi kısır ve üretken olmayan hayatıyla örtüşmeyen bir hırs, vitrine oynama, gözü dönmüşçesine bir ön planda olma isteği, kişiyi uçurumun kenarına kadar getirip bırakabilir. Bu konudaki sınır tanımaz mücadelesinde ise haksız olduğunu kabul etmek şöyle dursun, önüne geleni çiğneyip geçer. Hesap sorulduğunda ise pişkinliğini kendine azık edinir ve yaptığı haksızlığın üstünü ört bas etmek için her yola başvurur. Kimi zaman hedef şaşırtır, kimi zaman yalan dolanla gemisini yürütmeye çalışır. Dedikodu kumkumalarını son hızla çalıştırır. Amma velakin hakkını gasp ettiği kimseye hakkını iade etmeyi asla ve kat’a aklının köşesinden geçirmez. Makyavelli’nin yolunda, burnundan kıl aldırmadan, tavan yapmış bir kibir ve özgüvenle gösterişle yürür.
Haksızlık karşısında çoğu insanımızın ilkeli olmaktan uzak oluşu da fazlasıyla kaygı verici. Kimi zaman haksızlığın ortadan kalkması için araya girenler oluyor. Ancak haklıyı haksızı tefrik etmeden, haklı olanın feragat etmesini peşinen bekleyen bir arabuluculuk, ahlaki ilkelere uygun bir girişim değildir. Haklı olan kişiden hakkından vazgeçmesini istemek nasıl bir zihniyetin mahsulüdür? Bu haksızlık üstüne haksızlık, zulüm üstüne zulüm değil midir? Şu soru da sorulmayı hak ediyor. Arabulucuların, zalim tarafa meyledip, haklı olandan hakkından vazgeçmesini talep etmesi ve hakkını almayı ahirette bırakmasını isteme gibi bir hakkı var mıdır? Ya da hak mücadelesini sürdürenler neden hep yalnız kalıyor?
Her şeyden önce, düşünmelidir ki; adaletle hükmedilmediği, hak gaspçılarına göz yumulduğu ve haklının hakkı korunmadığı için, haksızca yükselenler toplumun başına tebelleş olurlar. Oysa adaletin tahakkukundan yana olan bir toplum böyle olmamalıdır. Haklının yanında durabilmelidir. Gücü olduğu ve kimi yalancı şahitleri yandaşı yapabildiği için hak sahibinin hakkını gasp edene arka çıkmamalıdır. Nefsinin hilafına bile olsa adil olabilmeliydi. İman da bu yüce mertebeyi öngörüyor inanan insana. Nisa suresindeki ayetin gereğini yapmalıydılar inandığını söyleyenler. Ağulu aş içermiş gibi olsa da ayete teslim olmalıydılar. Nisa suresi 135. ayetinde “Ey iman edenler! Kendinizin, ana- babanızın ve diğer akrabalarınızın aleyhine bile olsa Allah için adaleti yerine getiren şahitlerden olunuz!” buyuruluyordu. Hayatı disipline eden düzene koyan ve insanlar arasında güveni tesis eden bu ayetlerle amel edilse, yaşanılası bir hayat inşa edilebilirdi. Adil olmak toplum bireylerinin künyesi olurdu. Ancak ne yazık ki Müslümanım diyenler kendi dinlerine, kutsal kitaplarına muhalif bir yaşantı içinde günü birlik yaşamakta ve bu yaşantı içinde ortaya çıkan hak gasıplarına göz yummaktadırlar.
Birileri belli makamlara yakın durarak dünyasını mamur edebilir. Dünyalık birtakım kazanımlar, arpalıklar ve başarılar devşirebilir. Ama ahiretini tarumar ettiğini düşünüp düşünmediğini sormak lazım böylelerine. Hakkı ayakta tutan şahitler olmaları gerekirken hakkın üstünü örtüp, haksız tarafa destek verir durumda olmaları ne esef vericidir! Vicdanlar neden devreye girmiyor bütün bu haksızlıklar karşısında? O halde kendi kapısını çalacak bir adaletsizlikle karşılaşacağı günü beklesin böylesi bir toplum. O zaman adaletin herkese lazım olduğunu anlayacak ama çok geç olacak.
Mazlum, tarih boyunca zulme uğramıştır evet. Fakat unutulmamalıdır ki Hz. Ali’nin söylediği gibi “Zulmün olduğu yerde iki taraf da suçludur. Zalim zulmettiği için suçludur. Mazlum ise bu zulme boyun eğdiği için suçludur.” Yani taraflar, hakkın iadesi için Allah’ın razı olduğu doğru adımları atmadıkça topluma huzur gelmez. Böyle bir durumda iki taraf, insanların nazarında da güveni tesis edemeyeceklerdir. Ümmet olarak doğru olan, hak olan ne ise onu yapmak ve Allah’ı şahit tutmamız gerekiyordu oysa. Günü birlik dünyalık başarıların geçici olduğunu, bunların hesabının Allah katında verileceğinin muhasebesinin yapılmış olması gerekirdi. Tarafını ve duruşunu seçerken “Rabbim hangi taraf ve duruştan razıdır?” diye bir durup düşünmek lazımdı. Aksi takdirde insanın hayatını ve ahiretini zehir eden yanlışları, haksızlıkları ve usulsüzlükleri yapması kaçınılmazdır.
İşin en tuhaf tarafı bu usulsüzlükler, haklıyla haksız yüzleştirildiğinde zalimin yüzüne vurulup sorgulanınca insan, bu defa kendini temize çıkarmak için her tür yolu kendine mubah görüyor. Haksız oluşunu örtbas etmek için kelimeleri manipüle eder, insanların aklını karıştıracak demagojiler yapar. Gerçekleri ters yüz eder. Kısacası ortalığı bulandırır. Böylece hak sahibinin hakkının gündemden düşmesini sağlamaya çalışır. Çoğu zaman başarır da... Bazen de bir değer üreten, bir çalışma ortaya koyanın yaptığını küçümser. “Ne yapılmış ki yaygara koparılıyor? Bir yerler mi keşfedildi? Bir icat mı yapıldı da bizim haberimiz olmadı?” gibisinden yapılan çalışmaları değersizleştirmeye çalışır. O çalışma hak sahibine mal edildiğinde değersiz, ama kendilerine mal edildiğinde ise dünyalar kadar değeri oluyor!
Oysaki en başta yapılması gereken, yapılan hata veya usulsüzlüğü kabul edip, samimiyetle hakkı iade etmek olmalıydı. Akıl, vicdan ve sağduyuya uygun bu davranış en başta sergilenseydi, sorunlar belki de sarpa sarmayacak, adaletten sapan insan doğru olana yönlendirilmiş olacaktı. Böylece haksızlıktan kendine pay çıkarıp cesaretlenecek muhtemel zalimlerin de önü kapatılmış olacaktı.
Ancak nedense insan nefsine eleştiriyi kaldırmak ağır bir yük gibi gelir. Haksızlık yaptığını kabullenmek ise ölüm gibi zor. Hâlbuki insan hatalıysa, hatasını kabul etmek, hani büyüklüktü? Atalarımız hep bunu bize önermemişler miydi? O halde tarafların barışması konusunda araya girenlerin de bu anlamda haklı olanın yanında durup haksız ve zalim tarafın suçunu kabul etmesini veya hiç olmazsa gelinen zarardan dönülmesi için özür dilemesini sağlanması için çaba göstermeleri gerekmez miydi? Adalet, dünya hayatındaki işlerimizde karşımıza çıkacak sorunları çözmede işimize yarayacak değil miydi? Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, zalim düzenini kurmuş oluyorken, ahirete inanmayan zalimleri hangi yaptırım yola getirecek? Sahi dünyada adaleti tesis etmek ütopik bir inanç mı? İster bir dine inansın ister inanmasın, hiçbir insan en ufak bir haksız muameleye uğramak istemez. İçselliğinde haksızlığı kabullenmez, kerih bir davranış olarak görür. İşte bu yüzden kendisine yapılmasını istemediği bir davranışı başkalarına da reva görmemesi gerekir. Adalet duygusu insanı insan yapan en asil duygulardan biridir. Örselenmemesi, her halükârda korunması lazım gelir.
YORUMLAR