Tarih boyunca filozoflar insanın doğasını sorgulamış, bireyin özgürlüğü ile toplum düzeni arasındaki o ince çizgide neyin hak, neyin adalet olduğunu tartışmışlardır. Bu tartışmalardan en dikkat çekicilerinden biri, kuşkusuz Platon’un Devlet adlı eserinde anlattığı “Gyges’in Yüzüğü” hikâyesidir. Hikâye, bir çobanın görünmezlik gücü kazandığında yaptığı eylemler üzerinden, insan doğasının karanlık yönlerini ortaya koyar.
Gyges, bir çobandır. Doğanın sarsılmasıyla açılan bir yarıktan altın bir yüzük bulur. Bu yüzük, taşı avuç içine çevrildiğinde onu görünmez kılar. Gyges, bu olağanüstü gücü edindiğinde artık hesap verme, yakalanma ya da dışlanma korkusu yaşamaz. Ve bu korkusuzlukla birlikte, arzularına boyun eğer: Saraya sızar, kraliçeyle birlikte olur ve kralı öldürerek tahta oturur.
Platon’un bu anlatıyı seçmesi tesadüf değildir. Yüzük bir araçtır; asıl mesele, insanın yüzüğe sahip olduğunda nasıl biri olacağıdır. Çünkü görünmezlik, sadece fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal bir görünmezliktir. Sorumluluktan kaçmak, normların dışına çıkmak, kınanmadan günah işleyebilmek... İşte bu noktada Platon’un temel sorusu yankılanır: Eğer hiçbir yaptırım olmasaydı, insanlar yine de adil olur muydu?
Bu soruya cevap arayan modern düşünürler de boş durmaz. James Rachels’in ahlaki rölativizmi, ya da Horner ve Westacott’un yorumları, aslında benzer bir karamsarlığı taşır. Horner der ki: “Kimse mecbur olmasa ahlaklı davranmaz!” Ahlakı, toplumun bizi hizaya sokmak için icat ettiği bir oyun olarak tanımlar. Ona göre gerçekten güçlü olan, bu kuralları umursamaz; çünkü yakalanmamak dışında gerçek bir sınır tanımaz.
Peki bu durumda ahlakın, dolayısıyla devletin ve hukukun anlamı nedir?
Ahlak, bireyin içsel pusulasıdır. Fakat bu pusula, çoğu zaman dışsal etkilerle çalışır: eğitim, gelenek, din, ceza korkusu... Platon’a göre ahlak, sadece bireysel bir seçim değil, toplumsal düzenin temelidir. Ve bu düzen, adalet üzerine kurulmalıdır. Adalet ise, herkesin kendine ait olanla yetinmesidir. Haddi aşmamak, başkasının hakkına el uzatmamak, ölçüyü kaybetmemek...
İşte burada devlet devreye girer. Çünkü bireyin kendi içsel ahlakı her zaman yeterli değildir. Gyges’in yüzüğü, iç denetimin zayıf kaldığı her durumda dış denetimin, yani yasanın ne kadar gerekli olduğunu gösterir. Kanun, sadece cezalandırma aracı değil; aynı zamanda toplumun birlikte yaşama sözleşmesidir. Devlet, bu sözleşmenin bekçisidir.
Platon’un şu cümlesi hâlâ çarpıcıdır: “Haksızlıktan şikâyet edenler, haksızlığa uğrayanlardır. Eğer güçleri yetseydi, onlar da haksızlık ederdi.” Bu ifade, insanın doğasında güce eğilimin, hakka değil çıkara yönelimin baskın olduğunu iddia eder. Ve bu baskın yönelim karşısında bizi sınırlayan, dizginleyen tek şeyin “kanun” olduğu açıkça vurgulanır.
Dolayısıyla bir devletin temelinde sadece bir coğrafya ya da ortak çıkarlar değil; ortak ahlaki zemin, daha da önemlisi “ölçü” yatar. Bu ölçü, devletin sınırlarını da bireyin özgürlüğünü de belirler. Ahlak, bu ölçünün görünmeyen eli; hukuk ise görünür halidir. Herkesin Gyges olabileceği bir dünyada, bizi insan yapan şey, yüzüğe rağmen doğruyu seçebilme iradesidir.
Unutmayalım: Gerçek erdem, görünmediğimizde de erdemli kalabilmektir.
YORUMLAR