— Sömürgecilik Üzerine Bir Gerçeklik Sorgusu —
“Tarih, güçlülerin kendilerini haklı gösterdiği bir aldatmacadan ibarettir.”
Bu cümle, sadece bir düşünsel sitem değil; aynı zamanda insanlığın kolektif hafızasına sinmiş bir hakikat kırıntısıdır. Çünkü tarih kitapları, çoğu zaman kazananların kaleminden yazılır. Bu yüzden de çoğu zaman, kanı dökenin değil, canı yananın değil; savaşı başlatanın diliyle aktarılır.
Sömürgecilik tarihi bunun en net örneğidir. Bugün pek çok Batılı ülkenin müzelerinde sergilenen “medeniyet kalıntıları”, aslında başka topraklardan zorla götürülmüş, çoğu kez bir halkın kutsalı ya da geçmişi olan eserlerdir. Ama bu tarih, çoğu zaman “keşif”, “uygarlık götürme” ya da “modernleştirme” başlıklarıyla anlatılır. Afrika’ya, Asya’ya ve Amerika kıtalarına gönderilen sömürge valileri, yerli halkı köleleştirirken; Batı'da gazeteler onların “yabani topluluklara düzen getirdiklerini” yazıyordu.
Kongo’yu düşünelim. Belçika Kralı II. Leopold’un kişisel mülkü hâline getirdiği bu topraklarda, yüz binlerce Afrikalı zorla çalıştırıldı, işkence gördü, katledildi. Ama Avrupalı tarihçiler, uzun yıllar bu dönemi “ekonomik kalkınma çabası” olarak tanıttılar. Oysa kesilen ellerin, diri diri gömülen çocukların, yakılan köylerin, susturulan dillerin ardında bir başka gerçek yatıyordu: gücün hakikati bastırma yeteneği.
Sömürgecilik sadece fiziksel bir işgal değildi. Aynı zamanda bir anlatı işgaliydi. Batı, sadece topraklara değil; hafızalara da hükmetti. Diller yasaklandı, kültürler küçümsendi, yerli inançlar “putperestlik” diye etiketlendi. Ve ardından bu halkların kendi geçmişlerine dair anlatılar yok edildi, yeniden yazıldı. Çünkü kimliğini silmenin en etkili yolu, ona ait olan geçmişi unutturmaktır.
Bugün, dünya çapında bir “kolonyal adalet” çağrısı yükseliyor. Çalınan eserler geri isteniyor, köle ticareti dönemleri sorgulanıyor, sömürgeci kahraman heykelleri indiriliyor. Çünkü artık sadece olan biten değil, bu olanların nasıl anlatıldığı da sorgulanıyor.
Bu noktada “tarih” kavramı bir kez daha tartışmaya açılıyor. Tarih, salt olayların kronolojisi değildir. Olaylara hangi gözle bakıldığını, kimin susturulduğunu, kimin öne çıkarıldığını da belirleyen bir bakış açısıdır. Bu yüzden tarihi sadece resmi kitaplardan değil; suskun ağıtlardan, kaybolmuş şarkılardan, yasaklanmış dillerden, yıkılmış köylerden de okumak gerekir.
Soru hâlâ geçerlidir: Tarih kimin kaleminden yazılırsa, haklı olan o mu olur?
Bu sorunun cevabı, bize geçmişle hesaplaşmanın yolunu gösterir. Gerçek tarih, sadece galibin değil; mağlubun da, sadece yönetenin değil; yönetilenin de, sadece yazanın değil; susanların da hikâyesini içermelidir. Ancak o zaman, geçmişe adaletle bakmak ve geleceği daha vicdanlı inşa etmek mümkün olur.
Unutmayalım: Her dönemde güç, kendini haklı gösterecek bir hikâye yaratır. Ama hakikatin sesi, bir gün o hikâyenin içinden sızıp kendini duyurur.
YORUMLAR