Hayat bir serüvendir. Hayat iniş çıkışlarla doludur.
Babam Süleymaniye mahallesinde üç odalı, hayatlı bir ev almış, biz oraya taşınmıştık. Ben yedi yaşıma gelmiştim. İsmet paşa ilkokuluna gittiğim ilk gün fakirliğin ve ezilmişliğin verdiği kompleksle korku ve heyecandan ağlamaya başladım. İlk defa annem ve babam yanımda yoktu, yüzlerce yabancı çocuk ve öğretmenlerin arasında kalmıştım. Ağlayarak eve geldim. Daha sonra birkaç gün babam beni okula götürüp getirince yavaş yavaş uyum sağlamaya başladım ve alıştım. Daha önce de bahsettiğim gibi fakir bir ailede doğmuştum. Babam çok cömertti, çocuklarından bir şey esirgemezdi, elinden gelseydi bize her şeyin en iyisini almak isterdi. Ancak imkânları yeterli değildi. Bu yüzden çoğu zaman okula harçlıksız gidip gelirdim.
Bir gün teneffüsteyken aynı okulda olduğumuz ve komşumuz olan iki kardeş vardı. Ahmet ile ablası Sultan, onların babası memur olduğu için bize göre durumları daha iyiydi. Sultan benim yaşıtım, Ahmet ise bizden bir yaş kadar küçüktü. Kapı komşumuz sayılalardı. Ailece efendi ve mütevazı oldukları için annesi benim annem ve ablalarımla çok samimiydiler. Sultan güzel bir kızdı, komşuluğumuz uzun sürdüğü için, duygusallığa erişince Sultan ile aramızda duygusal bir bağ oluşmuştu. Tabi çocukluk aşkı olduğu için masumane bir şeydi.
Neyse okulda teneffüsteyiz, baktım Sultan ve kardeşi Ahmet kantinden bir şeyler almış yiyorlar, ben de onlara bakmış olmalıyım ki, bana; “babana söyle sana para versin, sende kendine eşya al ye, böyle başka çocukların ağzına bakma…” dediler. Çok utanmıştım. O gün o olay ve o sözler hafızama kazınmış gibi halen hep hatırlarım. Acı bir hatıra…
Hani şair ne demişti; “bizde bilirdik sevgiliye karanfil almasını/lakin açtık, karanfil parasını yedik…” işte bizde bilirdik babamızdan para istemeyi, yada babamızda bize para vermesini bilirdi ancak, verecek parası yoktu. Bizimde harcayacak paramız…
Tabi ilkokula giderken bir yandan da babam beni çeşitli camilere dini ders almam için hocaların yanına da gönderiyordu. İlk başta Süleymaniye camisinde gönüllü olarak müezzinlik yapan, resmi kadrosu bulunmayan Müslüm hocadan ders aldım. Kur’an-i Kerim’i tam öğrendikten sonra, Haleplibahçe mahallesinde bir cami de imam olan Molla Ali adında bir hoca efendinin yanına gittik, iki kitap ismi yazdı babama verdi. Biri Sarf Nahiv, diğeri Emsile idi. Bunlar Arapça temel dil eğitimi kitaplarıydı. Babam bunları aldı, kısa bir dönem Molla Ali hocaya gidip geldim. Daha sonra ne olduysa babam beni çarşıda Kıbrıs Tekkesi Camii imamı Molla Halil Taşkın (Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun) hocanın yanına götürdü. Artık bir öğün okula, bir öğün Kıbrıs Tekkesi camisine gidiyordum.
Molla Halil çok şişman, uzun boylu sayılabilecek bir yapıda heybetli biriydi. Yanına çok misafir gelir giderdi. Her kademeden, toplumun tüm katmanlarından insanlar gelirdi ziyaretine ve ders almaya… gelenler arasında bürokratlar, imamlar, esnaf, tacir hatta deliler de gelirdi. Talebeler kendisinden çok korkardı. Çünkü talebeleri çok döverdi. Hatta talebeleri dövmek için kendisine adına ‘haziran’ dedikleri esnek, ince uzun, kolay kolay kırılmayan, sarı renkte sopalar getirtirdi. Her zaman o sopaların yedekleri bulunurdu. Olası bir kırılma veya kaybolmaya karşı tedbir olsun diye.
Molla Halil hocamız talebeleri çok döverdi. Öyle döverdi ki, bazılarının elleri şişerdi, derisi patlaklık verirdi. Hiç unutmuyorum, Ali Demirel diye yaşıtım olan bir arkadaş vardı. Onu çok döverdi. Her gün döverdi. Ardından; “ Lan oğlum Alo ben bıktım seni dövmekten, sen bıkmadın dayak yemekten, gene adam olmuyorsun..” diye çıkışırdı. Bir arkadaşımız onu -Halil hocayı- çok kızdırırdı ama yine de onu dövmezdi, o yaşça biraz bizden büyüktü. Adı Ahmet idi. Babası da ‘Şıh İbrahim’ dedikleri Urfa Haşimiye meydanında ki çift kapılı Pazar Camisinin imamı idi. Daha sonra Ahmet de imam oldu, bir iki defa görüştük ama uzun zaman oldu görmeyeli. Ahmet ona hitap ederken ‘hoca’ derdi. Bunu bilerek yapardı. Halil hoca da “lan oğlum, Ho-cam diyeceksin Hocam… arkasında ‘M’ var” derdi. Arkasından da; “ama sen biliyorsun, bilmediğinden değil mahsus, bilerek yapıyorsun” diye eklerdi. Lakin buna rağmen onu dövmezdi.
Beni de pek fazla dövmezdi. Ama ben ondan çok korkardım, adeta ödüm kopardı kendisinden, Azrail’den daha fazla korkardım ondan. Dersimi vermeye gidince yanına, önünde diz çöker karşısında dururdum. Ama korku ve heyecandan tüm bildiklerimi unuturdum. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacak gibi olurdu. Zaten en son beni de iyi bir dayağa çekti. Avuçlarımın içi şişti. Ellerim kıpkırmızı oldu, derisi kısmen soyuldu gibi.. o yüzden daha da gitmedim. Kıbrıs Tekkesi camisine.. Arapça okuma ve öğrenme tahsilim de burada son bulmuştu. Bu arada bu notu eklemeden geçersem olmaz. Ben henüz bu kitabı yazmaya başlamadan yaklaşık bir ay önce bahsettiğim Molla Halil Taşkın hocam vefat etti. Bu vesileyle tekrar Allah rahmet eylesin. Hakkımı ona helal ediyorum.
Okul yıllarımdan bahsederken bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir öğün okula bir öğün hocaya gittiğimi söylemiştim. Bizim yaşımızdakiler hatırlar, eskiden okullar bir yıl sabahçı, bir yıl öğlenci olarak her yıl değişirdi. Mesela bu yıl sabah gelip öğlen giden öğrenciler sömestr tatilinden sonra öğle gelip akşam giderdi. Hakeza öğlen gelip akşam gidenler de, sabah gelip akşam giderlerdi.
Dolaysıyla bende duruma göre bir öğün hocaya Arapça dersi almaya giderdim. Bu durum benim için biraz sıkıntılı oluyordu. Eğer bu yıl öğlenci isem, her sabah Süleymaniye mahallesinden aşağı çarşıda olan Kıbrıs Tekkesi camisine gidiyordum. Okula gitmem için tekrar eve geliyordum. Evde yemek yiyip hazırlanıp hızmalı mahallesinde olan ismet Paşa okuluma gidiyordum. Buda bazen okula geç gelmeme sebep veriyordu. Elimde değildi çünkü istemeden geç kalıyordum.
Sonradan vefat ettiğini duyduğum (Allah rahmet eylesin) Kemal Evliyaoğlu adında bir öğretmenimiz vardı. Bir abisi de (Cemal Evliyaoğlu) aşağı çarşıda/Haşimiye bölgesinde doktor idi. Kemal öğretmenimiz her geç kaldığımda bana “hoca nerden kaldın?” diye sorardı. Bende öğretmenim hoca beni geç bıraktı ancak yetiştim, kusura bakmayın derdim. Öğretmenim bana ‘hoca’ derdi. Yine bir gün okula geç gelince sınıfa girdim. Öğretmenim yine
“hoca nerde kaldın, yine geç kaldın, bu iş böyle olmaz. Ya hocayı bırak ya okulu, ama sen en iyisi hocayı bırak, sadece yaz tatilinde hocaya git, yoksa bu iş böyle gitmez..” dedi. Bende tamam öğretmenim deyip yerime geçiyordum…
“gel buraya gel, nereye kaçıyorsun” diyerek beni yanına çağırdı, elimde çantamla gittim yanına yakın durdum. Öğretmenimiz sınıfa dönerek;
“çocuklar şimdi hocaya ne ceza verelim” diye sordu. Öğrencilerin her birinden bir ses ve fikir çıkıyor. Birileri bağırıyor
“öğretmenim tek ayak üzerinde durdur.” Birileri
“sopa dayağı” diyor. Öbürleri başka ceza öneriyordu...
Derken öğretmenim öğrencilere bağırarak;
“susun, tamam tek ayak üzerinde ders bitine kadar dursun” dedi. Bana dönerek;
“hoca kusura bakma, ders bitene kadar ayakta bekleyeceksin ki bir daha geç kalmayasın…” dedi.
Bende mahcubiyet ve heyecandan sesimi çıkarmıyorum. Ayağımı kaldırmamla birlikte, sınıfta bir ses duyuldu. Herkes pencere tarafına baktı. Pencerelerden birinin camı olduğu gibi aşağı inmişti.
Öğretmen pencereye koştu, yakındı zaten, pencerelerden dışarı baktı, kimse yok, üstelik taş falan atan olmadığı sesten de belliydi. Eğer cama biri taş gibi bir şey atsaydı belli olurdu. Öğrencilere
“taş sesi duyan oldu mu” diye sordu. Herkes koro şeklinde;
“hayır öğretmenim” Öğretmen bana döndü,
“hoca sen ne yaptın, iyi ki seni dövmedik, ya bir de dövseydik, o zaman başımıza sınıf yıkılırdı” şeklinde espriler yaptı.
“Git yerine otur hoca git. Bir daha seninle uğraşmam” deyince geçip yerime oturdum. O gün o cam sayesinde ceza almaktan kurtulmuştum.
YORUMLAR