Toprağın, dağın ve göğün yüzyıllardır tanıklık ettiği bir coğrafyada, beden yalnızca bir varlık alanı değil; aynı zamanda bir anlatı zemini, bir hafıza levhasıdır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kadın ve erkek bedenlerinde karşımıza çıkan geleneksel dövme sanatı “dek”, bu hafızanın en kadim yazıtlarındandır. Kadim Mezopotamya'nın gölgesinde, sınırların ötesine uzanan kültürel bir miras olarak dek; yalnızca estetik bir süsleme değil, toplumsal kimliğin, inancın, aidiyetin ve hatıranın görsel bir dışavurumudur.
Dek, Arapça kökenli "daqq" (vurmak, işlemek) kelimesinden türemiştir. Halk arasında “dövme”, “daqq”, “dayık”, “nakış” ya da “xal” gibi adlarla da anılır. Her ne kadar modern dünyada dövme artık küresel bir fenomen haline gelmişse de, dek'in taşıdığı anlam evrensellikten ziyade yerelliğin, yani bölge halkının kolektif hafızasının bir yansımasıdır.
Bu dövmeler, çoğunlukla kadın bedeninde yer bulur: el üstünde, çene altında, alın ortasında, bileklerde ve bazen de göğüs hizasında... Her bir motifin bir anlamı, bir hikâyesi vardır. Örneğin, bir zıvan (akrep) figürü kötülükten korunmayı; bir hayat ağacı figürü bereketi ve doğurganlığı simgeler. Noktalar, çizgiler, üçgenler ve daireler; her biri birer sembol, birer sözsüz dua gibidir. Dövme yapılırken okunan dualar, bitkisel mürekkebin deriye işleyişiyle birlikte adeta ruhu da mühürler.
Bu gelenek, özellikle göçebe ya da yarı-göçebe aşiret kültürlerinde daha canlı şekilde yaşatılmıştır. Toprağa bağlılık, doğayla kurulan iç içe yaşam biçimi, inanç sistemleri ve aile yapıları, dek’in anlam dünyasını belirlemiştir. Ayrıca bu dövmeler, kadının bireysel kimliğini ve toplumsal yerini hem yüceltmiş hem de bazen sınırlamıştır. Dek, bir yandan kadının güzelliğini artıran bir ziynet sayılırken, diğer yandan onun evli mi bekar mı olduğunu, hangi aşirete ait olduğunu da bildirir. Yani dövme, bedende taşınan bir kimlik belgesi gibidir.
Bugün, modernleşmenin ve kentsel dönüşümün etkisiyle dek geleneği büyük ölçüde unutulmaya yüz tutmuş durumdadır. Genç kuşaklar, bedenlerine yaptırdıkları modern dövmelerde belki estetik bir arayışa yönelmiş olabilir; ancak dedelerinin, ninelerinin bedeninde yaşayan dek’in taşıdığı anlam bambaşkadır: Sessizliğin dili, acının izi, sevdanın şeklidir o.
Dek'in hazırlanışı, yalnızca teknik bir süreç değil; aynı zamanda bir ritüeldi. Mürekkep, kimi zaman is ve anne sütüyle karıştırılırdı. Yeni doğum yapmış bir kadının sütü, bu mürekkebin en makbul olanı sayılırdı. Çünkü bu süt, yaşamın ta kendisiydi. O süt, dövmenin bedenle birleşmesini değil, ruhla mühürlenmesini sağlardı. Süt; arınmayı, doğurganlığı, şifayı ve kadim dişil enerjiyi simgelerdi. Bu uygulama, dövmenin yalnızca bir süs olmadığını; aynı zamanda kadının bereketini, doğaya ve soyuna olan bağını taşıdığını gösterirdi.
Yaşlı kadınlar, bu dövmelerin hem bedeni hem kaderi çizdiğine inanırdı. Sütle karılmış mürekkep, sadece deriyi değil; geçmişin bilgeliğini ve geleceğin umudunu da içine işlerdi.
"Tenin Bildiği, Dilin Sustuğu İzler"
Geçtiğimiz yıl, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesine bağlı bir köyünde, 80’li yaşlarını süren İslim Nine ile gölgede otururken, bileğinde solgunlaşmış mavi-yeşil bir desen dikkatimi çekmişti. Sorduğumda, ellerini kucağında kenetleyip hafifçe gülümsedi:
"Evvel zaman da, daha kızken, halamın bacanağı yaptıydı bu dayîkı. Tığlı iğneyle çizerlerdi, kömürle yoğurt karıştırır, derinin altına işlerlerdi. Can acırdı ama sabrederdik. Bu dediklerin hepsi bereket içindi, nazar değmesin diyeydi. Şurda gördüğün ay deseni var ya, o gece rüyama girmişti, anam dedi ki ‘bu kız bahtlı olacak.’ O zaman kazak da yok, aynaya bakmak da yok. Biz güzelliği tenimizde taşırdık, kaderimizi de..."
Asiye Nine’nin gözleri, gökyüzüne çevrilmiş gibiydi o an. O dövme artık silikleşmişti, ama o dövmenin ardındaki anlam, belleğinde hâlâ canlıydı. Belki de dek’in en kıymetli yanı buydu: zamana meydan okuyan bir hatıra, kuşaktan kuşağa aktarılan sessiz bir hikâyeydi.
Dek’i anlamak, yalnızca bir sanat formunu incelemek değil; aynı zamanda o coğrafyada yaşayan insanların tarihsel, kültürel ve duygusal dünyasına bir pencere açmaktır. Çünkü dek, tenin ötesine geçer; ruha, zamana ve aidiyete dokunur. Bu nedenle her bir desen, her bir nokta, geçmişin fısıltısıyla bugüne seslenir: “Unutma beni.”
Mehmet Bilgin - Gazeteci/ Yazar
10.04.2025 - 13:24
YORUMLAR