Osmanlı bakiyesi olan bir ülkeden her ne kadar “tek etnisiteye dayalı ulus devletçi” bir ülke çıkarılmaya çalışılsa da bu hiç bir zaman başarılı olamadı. Totaliter devlet yapısı hiç bir zaman “makbul vatandaş” hedefine ulaşamadı. Bu topraklarda yaşayan herkes tüm zorbalık ve dışlayıcılığa rağmen farklılığını koruyabildi. Kendi kültürüne, kendi diline ve kendi rengine olabildiğince sahip çıktı ve bir sonraki kuşağa aktarmayı başardı.
Sosyopsikolojik olarak inkar edilen her birey ya da toplum, inkar edildikçe daha çok “varım” deme ihtiyacı hisseder. Varlığını ispat etme ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç beraberinde kendisi gibi olanlarla dayanışmayı getirir. Çok kültürlü, çok renkli ve çok dilli bir ülkede yaşıyorsanız ve bu ülkede belirli bir etnik kimliğe ve mezhebe imtiyazlar sağlanıyor ve geri kalanlar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorsa bu kaçınılmaz olarak beraberinde kutuplaşmayı, cepheleşmeyi ve mahalleler arası katı izolasyonu getirir. Teması, uzlaşıyı engeller ve refleksif olarak antagonizmalar meydana getirir.
Türkiye, bu tecrübeyi en çok yaşayan ülkelerden birisi.
Sağ-Sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Muhafazakar cepheler, zaman içinde birer antagonizma haline geldi ve Türkiye’de demokrasi kültürünün gelişmesinin önündeki en büyük engel oldu.
İktidara gelen her siyasi parti iki tür pratikle varlık gösterdi. İlki, iktidarı sürdürmek için geleneksel devlet ile uyumlu olma pratiği. İkincisi de kendisi gibi olanları koruma, kollama pratiği. Her iki pratik de bazı istisna dönemler haricinde (örn: Demokrat Parti, ANAP ve AK Parti’nin ilk dönemi) bugüne kadar hiç bir iktidar, toplumun demokratikleşmesine ya da agonistleşmesine katkı sunamadı ya da böyle bir hedefe yönelemedi.
Haliyle eleştiriler karşısında iktidara masrafsız, konforlu bir savunma aracı haline gelen “dış güçler” için Türkiye’ye müdahale alanları oluştu. Herkesin kendi mahallesine sıkıştığı, tüm yaşam formlarının subjeklifleştiği parçalı bir toplumsal yapıda defektlerin oluşmaması mucize olurdu. Dış güçler, Türkiye’deki bu “müdahale alanı” fırsatlarını Cumhuriyet tarihinin hiç bir döneminde kaçırmadılar ve her seferinde müdahale ettiler.
Öte yandan, toplumsal kutuplaşma hali, kimi zaman siyasi partilerin ve liderlerin işine de yaradı. Zira siyasi partiler ve liderler toplumu bir bıçak gibi ikiye böldükçe kendi taraftarlarının konsolide olduğunu gördüler ve bunun kullanışlı olduğu keşfettiler. Bu keşif, anakronik olarak bir siyaset biçimi haline geldi. Muarızının ya da karşısındaki mahallenin yaşam alanına müdahale, iktidarlar için bir gelenek haline geldi.
Bu sosyopsikoloji, demokrasi kültürünün gelişmesi önündeki en büyük engel olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye’nin herşeyden önce bu sorunu çözmesi gerekiyor. Eğer bu sorun çözülmez ise kim iktidara gelirse gelsin aynı reflekslerle iktidarını sürdürecek ve her iktidarın ötekilerinin oluşması kaçınılmaz olacak.
Kürt meselesi, Alevi meselesi, toplumsal kutuplar arası çatışma hali, kayırmacılık, ayrımcılık gibi temel problemlerin kalıcı olarak çözülmesi herkesin kendi mahallesinden çıkıp ortada, yalın bir şekilde buluşmasına bağlı.
Bir Kürt kendi mahallesinden çıkıp Türk’ün hakkını, bir Alevi kendi mahallesinden çıkıp Sünni’nin hakkını, bir Sağcı kendi mahallesinden çıkıp Solcu’nun hakkını savunabilmeyi başarırsa orada “öteki” kalmaz, orada “mağdur, mutsuz” kalmaz.
Sözgelimi Alparslan Kuytul’un mağduriyeti eğer gerçekten mağduriyetse -ki öyle- o halde Kuytul’a kendi mahallesindekilerden önce Kuytul’a benzemeyenlerin sahip çıkması gerekir. Demokrasi dediğimiz şey de tam olarak bu zaten.
Demirtaş’ın tutukluluğu sizin için doğru değilse ve mağdur edildiğini düşünüyorsanız buna karşı meşru bir itiraz geliştirmeniz için HDP’li olmanız gerekmemeli.
Türkiye’de eksik olan kültür tam da bu!
Demokratik birliktelik!
Demokratik dayanışma!
“Radikal Demokrasi” kuramcıları Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau tam olarak bunu söyler.
Onlara göre radikal demokratik kültür, toplumdaki tüm antagonistlerin ortak bir hedef belirlemesi ve bu hedef etrafında kimliklerini ve farklılıklarını bir kenara bırakarak, birbirlerine eklemlenerek mücadele edebilme yeteneği geliştirmeleriyle mümkün olur. Bu önerme bizce de doğru bir önerme. Herkesin kendi gemisini kurtardığı bir kültürden sadece maraz doğar. Kan ve gözyaşı çıkar. Kaos ve istikrarsızlık çıkar. Gelişmişlik, istikrar, düzen, refah çıkmaz asla. Sorunlar kangren hale gelir ve bu sorunlar etrafında ulusal ve uluslararası endüstriler oluşur. Buralardan beslenenlerin sayısı arttıkça sorun daha da büyür ve ortaya devasa bir “kısır döngü” çıkar. Bu kısır döngüler zamanla iktidarı gayri meşru yöntemlerle alaşağı etme işlevi görmeye başlar. Asayişi sağlama adına devlete rahat bir şekilde “rutin dışına çıkma” olanağı sağlar.
Hal böyle olunca da egemenlik hiçbir zaman kayıtsız şartsız milletin olmaz.
Demokratik toplum, demokratik Cumhuriyet, demokratik anayasa kıyamete kadar kurulan tüm siyasi partilerin parti programına girecek bir vaad olur ve ama hiç bir zaman gerçekleşmez.
Son tahlilde Türkiye’nin toplumsal yapısının değişmesi, demokrasi kültürünün gelişmesi ve kronik problemlerin çözülmesi bundan sonra toplumsal katmanların belirleyeceği kolektif refleks ve davranışlara bağlı.
Her bir birey kendi mahallesinde birer birer çıkmalı, birbirine eklemlenmeli ve ortak bir hedef etrafında kenetlenmeli.
YORUMLAR